Şüphesiz sahabe ve Tabiin dönemlerinde zühd, vera ve ibadet ile meşhur
olan kimseler vardı. Bunlardan sonra zühd, vera, ibadet gibi hasletleri devam
ettiren, yün (Suf) giyinmeye verdikleri önemden dolayı “Sûfîler” denilen
kimseler çıktı. Zühd ve ibadet yolunu tutan kimseler de artık, onlara nisbet
ile “Sufiler” diye anılır oldular. Fakat bu ismin bir ekol haline gelmesi,
“Tasavvuf” adı altında, İslam dışı unsurların da din’denmiş gibi görünmesine
sebep olmuştur.
Tasavvufun ilk dönemlerinde ilimden yüz çevirme, Hulul, ittihat, vahdet-i
vucud, Rafızîlik, Batınîlik, birden fazla anlama çekilebilen ıstılahların
kullanımı gibi unsurlar bazı sufilerde görülmeye başlandı. Sonraları çeşitli
anlayış ihtilaflarından dolayı tarikatler zuhur etti. Bu dönemlerde önceki
sufilerde rastlanılmayan şu tehlikeli bidatler çıktı;
Şeyhlere ölü gibi teslim olma şartı, Şeyhleri masum görme, Musiki ve raks ederek zikretmeyi caiz sayma, Müridleri kendilerine bağlamak için tılsımlar ile keramet elde etmeyi caiz sayma[1], Yalnız Allah’tan istenebilecek manevi yardımı velilerden isteyerek istiğase yapma, Kabirlerin türbeleştirilip ziyaretgâh edinilmesi, Mürşidin her an kendisini gördüğünü düşünerek onu rabıta etmek[2], Allah Rasulünün ve sahabelerin yapmadığı bir takım zikir usulleriyle halkalar kurarak toplu halde yüksek sesle zikir yapmak, Bidatlerin güzelinin de olduğunu iddia etmek, Uyanık iken Rasulullah ile görüşme iddiaları, Kur’an ve Sünnetin nefis tezkiyesinde yetersiz olduğunu iddia etme v.b.[3]
Her ne kadar Ebu Talib el-Mekkî, Kuşeyrî, Gazalî, Serrac, Sühreverdî gibi
ilimle meşgul olan ve tasavvuf esasları hakkında eser yazan sufiler, birçok
bidatlerden sakındırıp, selef yolundan sapılmaması ve keşifler ile ilhamlara
Kitap ve Sünnet’e uygunluk oranında itibar etmek gerektiğine dikkat çekseler
de, kendileri de bazı bidatlere kapı açmaktan kurtulamamışlar, ne
Rasulullah’ın, ne de sahabe ve tabiin’in bahsetmediği şeylerden bahsetmişler,
Batınî yorumlara girişmişlerdir.
Mesela Ebu Talib el-Mekkî şöyle diyor; “Şatahat ehlinden bir sufiye gidersiniz,
böyle bir sufi, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitap ve
sünnetin ötesine taşır. O bu iki kaynağı önemsemez ve söylediği sözlerle
imamların görüşlerine muhalefet eder. Sadece zanna, vesveseye dayanarak
konuşmakta, hakkı batıl göstermektedir. Kevni ve mekânı ortadan kaldırarak ilmi
ve ahkâmı tamamen devreden çıkarır. Kaideleri çiğneyip atar. Bunlar ucu bucağı
olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiçbir delile dayanmayan kimselerdir.
Bu zavallılar rehber olamayacağı gibi delilden yoksun görüşleri de
geçersizdir.”[4]
İmam Şatıbî el-İtisam’da sufilerin hatalarını sayarak der ki;
a. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yalan ihtiva eden ve zayıf
hadislere güvenmeleri... Zayıf hadislerin ise Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem tarafından söylendiğine dair zan galip değildir. Dolayısıyla bunlara bir
hüküm isnad etmeye imkân yoktur. Durum böyle olunca ya yalan oldukları bilinen
hadisler hakkında ne denilir?[5]
b. Maksatlarına uymayan sahih hadisleri reddederek bunların akla muhalif
olduğunu ileri sürerler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Allah’ın
görülmesini ve benzeri hususları inkâr edenler gibi bunların akla aykırı
olduğunu ileri sürerler.[6]
c. Allah’tan ve Rasûlünden gelenlerin kendisi vasıtasıyla anlaşılabildiği
arapça ilmini bilmemekle birlikte, arapça olan Kur’an ve sünnet hakkında söz
söyleme cesaretini göstererek, şeriatı geride bırakıp, ilimde derinleşmiş olan
kimselere muhalefet etmeleri.
d. Apaçık usulü bırakıp saparak, akılların çeşitli tavırlar takındığı
müteşabihata tabi olmaya yönelmeleri.[7]
e. Mutlaklara kayıt getiren hükümleri tetkik etmeden, mutlak ifadeleri
alıp kabul etmek. Tahsis edici buyrukları var mıdır, yok mudur düşünmeden umumi
buyrukları anmak. Aynı şekilde bunun aksini de yaptıkları olur. Mesela nass
mukayyed ise mutlak alınır yahut has ise başka herhangi bir delil olmadan
mücerred görüş ile umumi kabul edilir.[8]
f. Delilleri kullanılacakları yerlerden uzaklaştırarak tahrif etmek.
Mesela delil herhangi bir menata dair varid olmuş iken bir başka menata yönlendirilerek
her iki menatın aynı olduğu vehmini vermekle delilleri tahrife kalkışmak. Bu
ise sözleri yerlerinden kaydırmak suretiyle yapılan gizli tahriflerdendir.
Bundan Allah’a sığınırız. Büyük bir ihtimalle İslamı kabul ettiğini ifade
etmekle birlikte, sözlerin yerlerinden tahrif edilmesini kötüleyen bir kimse, bu
işe ancak karşı karşıya kaldığı bir şüphe ya da kendisini haktan alıkoyacak bir
cehaletten dolayı girişmiştir. Bununla birlikte o kimse için, delilin gerçek yerinde
kullanılmasını engelleyecek bir hevâsının bulunması da söz konusu olur. Bu
sebeple böyle bir kimse bid’atçi olur.[9]
g. Şeyhlerini tazimde çok ileri derecede giderek sonunda onları hak etmedikleri
seviyeye ulaştırmaları. Onların aşırıya gitmeyip, orta hallileri; ‘Allah’ın filan
kimseden daha büyük hiçbir velisinin olmadığı’nı iddia eder. Bazen velayet
kapısını bu sözü eden kişi dışında diğer ümmetin yüzüne kapatırlar. Bu ise
katıksız bir batıldır...[10]
Orta halli mutedil olanları ise şeyhinin Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem’e eşit olduğunu ileri sürer, ancak ona vahiy gelmediğini ifade eder.’[11]
Zühd ve ibadet ile meşhur olmuş pek çok kimsenin hadis rivayeti konusunda
dikkatsiz oldukları bilinmektedir. İmam Suyuti şunları nakleder;
“Zahid olarak tanınan Meysere b. Abdirabbih vefat ettiği gün, cenazesine
katılabilmek için Bağdat çarşıları tamamen kapanmıştır. Böyle bir zahid
olmasına rağmen Meysere, hadis uydurmakla itham edilmiştir. Vefat edeceği
sırada; “Rabbinden ümit var ol” dedikleri zaman “Nasıl olmam ki, Ali
radıyallahu anh’ın fazileti hakkında yetmiş hadis uydurdum” diye cevap
vermiştir.[12]
Suyuti’nin verdiği daha başka bilgilere göre Ebu Davud en-Nehai geceleri
ibadet etmesi, gündüzleri oruç tutmasıyla şöhret bulan bir zattı. Buna rağmen
hadis uydururdu.
Ebu Bişr Ahmed b. Muhammed el-Fakih el-Mervezi, zamanında sünneti en çok
müdafaa eden, muhaliflere karşı amansız mücadele veren biriydi. Böyleyken hadis
uydurmaktan çekinmezdi. Yine Vehb b. Hafs Salihlerden bir zat idi. Yirmi sene
hiç kimseyle konuşmadan durmasına rağmen, hadis uydurmaktan da geri durmazdı.[13]
Sufilerin münker hadisler nakletmelerinin sebebi, ibadetle meşguliyetlerinin,
onları rivayet ilimlerinden alıkoymasıdır. Şeyhulislam İbn Teymiye rahimehullah
der ki; “Abidlerin çoğu hadisleri ve isnadlarını ezberleyememiş, hadislerin
isnadında ve metinlerinde çokça hatalar yapmışlardır. Bunun için Yahya b. Said;
“Hadis konusunda salihlerden yalancısını görmedik” der. Yani çok hata
ettiklerini anlatmak ister. Eyyub es-Sahtiyani rahimehullah der ki;
“Kendisinden bereket umduğum ve seher vaktinde bana dua etmesini istediğim bir
komşum var. Bununla beraber o, bir bakla tanesi hakkında şahitlik etse, onun
şahitliğini kabul etmem.”
Ebu Said İbnul-A’rabî, kendi asrındaki tasavvuf ehlinin bid’atlere
meylettiğini gördüğünden, sonrakilerin çıkardığı; fena, mahv, sahv, sekr gibi terimlere
tepki göstererek şöyle demiştir: “Bunlar hayal ve vesveseden başka bir şey
değildir. Bu ibareleri Tabiîn’den ne bir sadık, ne bir zahid ne de bir imam
ağızlarına almamış, onların talebeleri de bunları kullanmamışlardır… La havle
ve la kuvvete illa billah… Tasavvuf, sülûk, seyr ve muhabbet ancak Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından gelen; Allah’tan razı olmak, takva,
Allah yolunda cihad, Şeriatın edepleriyle edeplenmek, Kur’an'ı tertîl ile ve
manasını düşünerek okumak, namazı huşu ile kılmak, yerine göre oruç tutmak ve
bazen tutmamak, iyilik yapmak için gayret sarf etmek, başkasını kendine tercih
etmek, bilmeyene öğretmek ve müminlere alçak gönüllü olup, kâfirlere karşı
izzetli olmak gibi şeylerdir. Allah dilediğini sıratı mustakîme iletir.”[14]
Aslında Ebu Said İbnu’l-A’rabi’nin bu izahında anlatılan şeyler, İslam’ın
ta kendisidir ve ona “Tasavvuf” ismini vermek bile gereksizdir. Delilsiz olarak
herhangi bir ıstılahın kullanılmasına şiddetle karşı çıkarken kendisinin,
“Tasavvuf” kelimesinin kullanımına da karşı çıkması gerekirdi. Zira bu kelime
de Tabiin asrından sonra ortaya çıkmış ve maalesef bu isim, İslam dışı
unsurların İslam’a sokulmasında bir maske olmuştur.
Saîd b. Amr el-Berzaî şöyle demiştir: “Ebû Zur’a’ya Hâris el-Muhâsibî ve
kitaplarının sorulduğuna ve onun şöyle cevap verdiğine şahit oldum: “Bu
kitaplardan sakının. Bu kitaplar bid’at ve sapıklık kitaplarıdır. Sana
rivayetleri tavsiye ederim. Zira onlarda seni o kitaplara muhtaç bırakmayacak
şeyler bulacaksın.” Ona: “Bu kitaplarda da ibret vardır” denilince şöyle dedi:
“Allah Azze ve Celle’nin kitabında kendisine ibret bulunmayan kimse için bu
kitaplarda ibret bulunması söz konusu değildir. Malik b. Enes, Sufyân es-Sevrî,
el-Evzâî ve önceki imamların; kalbe gelen düşünceler, vesveseler ve bu gibi
şeyler hakkında kitaplar tasnif ettikleri size ulaştı mı? Onlar, ilim ehline
muhalefet eden bir topluluktur. Bazen bize el-Hâris el-Muhâsibî ile bazen
Abdurrahim ed-Dubeylî ile bazen Hâtim b. El-Asam ile bazen de Şakîk ile
gelirler.” Sonra şöyle dedi: “İnsanlar bid’atler konusunda ne kadar da
hızlılar!”[15]
Suveyd şöyle dedi: Abdurrahman b. Mehdî’nin, Sufiler’den bahsedilince
şöyle dediğini işittim: “Onlarla oturmayın. Kelamcılarla da oturmayın.”[16]
İshak b. Davud b. Subayh şöyle demiştir: Abdurrahman b. Mehdî’ye dedim ki
“Ey Ebu Said! Beldemizde şu sufilerden bir topluluk var.” Dedi ki: “Onlara
yaklaşma. Zira onlardan bir topluluk gördük, bazılarını deli ettiler,
bazılarını da zındık yaptılar.”[17]
Said b. Nasr’dan: “Sufyan b. Uyeyne’ye dedim ki: “Ey Ebu Muhammed!
Yanımızda kıldan elbiseler giyen bir topluluk var. Azık almadan hac yapıyorlar
ve azık taşıyanın mümin olmadığını iddia ediyorlar.” Dedi ki: “Yalan
söylüyorlar. Onlar sünnetin düşmanlarıdır. Onlarla oturmayın ve konuşmayın.”[18]
İmam Şafii şöyle demiştir: “Akıllı bir kimse tasavvufa girse, öğlen
olmadan ahmak olur çıkar”[19]
Yine İmam Şafii şöyle der: “Tasavvuf tembellik üzerine kuruludur.”[20]
İbnu’l-Mubarek şöyle demiştir: “Sufilerden akıl sahibi hiç kimse
görmedik.”[21]
Sufiler, veliler konusunda aşırılık yapar, onların fayda ve zarar
verdiklerini, kâinatta tasarrufta bulunduklarını iddia ederler. Vahdeti vücuda
(varlığın birliğine) ve böylece her şeyin rab olduğuna inanırlar.
Muhammed el-Bulkini, Ahmed eş-Şernubî’nin dilinden yazdığını belirttiği
Kitabu’l-Guyubî Fî Tabakati’ş-Şernubî (Dört Kutubun Gizemli Dünyaları adıyla
tercüme edilmiştir) adlı kitabında şöyle diyor: “Bir gün Ahmed eş-Şernubi’ye
şöyle sordum:… Ey efendim! Bana güç sahibi dört seyyidin (Ahmed er-Rifai, Ahmed
el-Bedevi, Abdulkadir el-Geylani ve İbrahim ed-Dusuki’yi kastediyor)
kerametlerini bildir. Başkaları değil de, neden yeryüzünü sırf bunlar
paylaştılar? Dedi ki: “Onların kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Ancak
ben sana birkaç tanesini anlatayım…[22]
“Biz Kabe-i müşerrefenin üzerinde iken İbrahim ed-Dusuki bana şöyle
anlattı:… “Bizim kerametlerimizden biri; biz ecelini bilmeden bir müminin eceli
gelmez. Ne gece, ne gündüz hiç kimse ölmez ki, onun ruhu bana gelmesin.
Geldiğinde dilersem onun ruhunu tekrar bedenine gönderirim. Ama eceli gelmişse
ruhunu eceliyle birleştiririm, o zaman ölür. Bizim kerametlerimizden bir
diğeri: Rabbim benim konuşmama ve “Ben Allah’ım” dememe izin verdi. Bana: “Sen
aldırma, “ben Allah’ım” de” hitabında bulundu. Bir diğer kerametimiz: “Dünyanın
günü dolup da İsrafil Sur’a üfleyeceği zaman, ben izin vermeden ona
üfleyemeyecek. Bir diğer kerametimiz: Annemi bakire olduğu kızlık döneminde ben
himaye ettim…”[23]
Adı geçen eserde buna benzer küfür içeren birçok saçmalık zikrettikten sonra
diğer peygamberlerin çözemediği sırları çözdüğüne dair küfür dolu iddialar ed-Dusuki’ye
nispet edilmektedir. Tasavvuf ve menkıbe kitapları bunun gibi Rububiyet,
ulûhiyet ve isim-sıfat tevhidine aykırı birçok ifadeler içermektedir. Burada
maksadımız, sufilerin rububiyet konusunda nasıl bir şirk itikadı içinde
olduklarına dair örnek vermektir.
Âlimler tasavvufu red konusunda çok çabalar göstermişler, bu yüzden
eziyetlere uğramışlardır. Bunlardan birisi de bizzat tasavvuf kültürü
içerisinde yetişen İmam Suyutîdir. O, sufilerin şeyhliğine tayin edildikten
sonra, zamanında Sufilerin birçok yanlışlarına uyarıda bulunmuştur. Onların
dergâhlarda çalışmadan yaşadıklarını, farz ibadetleri yerine getirmediklerini
ve tasavvuf ahlakı diye bilinen esaslara uymadıklarını görmüştür. Bu yüzden
onlara nasihatlerde bulunmuştur.[24]
Lakin sufiler intikam almak için Suyuti’ye saldırmışlar, neredeyse öldürecek
hale gelmişler, onu fasıklıkla suçlamışlardır.[25]
Bu olay hicri 903 yılı Cemadiyelahira ayında olmuştur. Sufiler bununla da yetinmemiş,
onu sultan Tomanbay’a şikâyet etmişler, öldürtmeye teşvik etmişler ve sürgün
ettirmişlerdir.[26]
[1] Bkz. Molla Cami; Nefahatu’l-Uns, Lamii Çelebi tercümesi
(s.119)
[2] Bkz.: Abdulhakim Arvasi; Rabıta-i Şerife
[3] Bu konuların ilmî tenkidi için Sufiye Nasihat adlı
kitabıma bakınız.
[4] Kutu’l-Kulub; (terc.:Muharrem Tan, İz yay., 2/60)
[5] El-İ’tisam (s.299-300)
[6] El-İ’tisam (s.309)
[7] El-İ’tisam (s.320)
[8] El-İ’tisam (s.329)
[9] El-İ’tisam (s.334)
[10] El-İ’tisam (s.348)
[11] El-İ’tisam (s.349)
[12] Tedribu’r-Ravi (1/283)
[13] Tedribu’r-Ravi (1/283)
[14] Zehebi Siyeru A’lamin-Nubela (15/410)
[15] Sahih
maktu. Ed-Duâfâ ve Ecvibeti Ebî Zur’atu’r-Râzî Alâ Suâlâti’l-Berzaî
(2/561) Hatib el-Bagdadi, Tarih (8/215); Tehzibu’t-Tehzib (2/117); Mîzânu’l-İtidal
(2/165); İbn Cevzî, Telbîsu İblis (s.150).
[16] Sahih
maktu. İbn Batta el-İbane (483)
[17] Sahih
maktu. Ebu Bekr el-Hallal, el-Has Ale’t-Ticare (93)
[18] İbn Hibban es-Sikat (8/269)
[19] Sahih
maktu. Ebu Nuaym Hilye (9/142) Beyhaki Menakıbu’ş-Şafii (2/207)
[20] Ebu Nuaym Hilye (9/137)
[21] Sahih
maktu. Ebu Bekr el-Hallal, el-Has Ale’t-Ticare (94)
[22] Dört Kutubun Gizemli Dünyası, Ocak Yayınları (s.12)
[23] A.g.e
(s.15)
[24] Şa’rani
Zeylu’t-Tabakati’l-Kubra (el yazma v.24)
[25] İbn
Iyas Bedaiu’z-Zuhur (2/339)
[26] Bizden Olmayanlar (828-833) Te’lif: Ebû Muâz Seyfullah el-Çubukâbâdî