Bunun anlamı; şer’î
nasların içerdiği emirlerin ve yasakların sadece vahyin nüzulü esnasında
hayatta olanlara yönelik olmasıdır. Yahut onların durumları; üzerlerine Kur’ân’ın
indiği kimselerin haline benzeyen kimselere yöneliktir. Ama onlardan sonra
gelenler ve onların yaşadığı olaylardan farklı şeyler yaşayanlar şer’î nassın
kapsamında değillerdir.
Genel olarak
hayatlarında insanların pozisyonları – bugünkü hayatlarında olduğu gibi – değiştiğinde
nassın içerdiği hükümler emir ve yasak olarak onları ilgilendirmez. Onların,
bunlardan farklı anlayışları din edinmeleri ve bu dini kendileri hakkında doğru
saymaları gerekir. Diğer hükümler ise nüzul zamanındaki muhataplar hakkında doğru
din idi. et-Turabî şöyle diyor: “Bizler talak/boşanma ve evlilik hükümlerine
yeni bir bakış getirmeye, çağdaş toplumsal ilimlerden bu konuda faydalanmaya ve
buna göre miras fıkhını düzenlemeye şiddetle muhtacız…”[1]
Onlardan biri şöyle
der: “Kur’ân-ı Kerim’in kadına karşı konumu belirli bir çağa özel konumdur. Bu
kurallar belli bir çağ hakkındadır. Bu gibi şeylerin içinde bulunduğumuz asırda
uygulanması mümkün değildir.”[2]
Bir başkası şöyle
der: “Bizler eski nasların eski toplumlarla alakasının kopuk olmadığını
biliyoruz. Şüphesiz bu naslarda ifade edilen hüküm düzeni, kadının yeri, insan
hak ve görevleri ve dinin yönetimle alakası eskiden bulunan fakat devam etmeyen
ve şu an ihtiyacımız olmayan bir konumu ifade eder.”
Bazıları
ibadetlerin ve muamelelerin ayrıntılarından farz kılınan şeylerin Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanında Hicaz çevresinin gereklerinin bir
eseri olduğu, bunların başka çevrelerde geçerli olmadığı görüşündedirler.[3]
Bugün insan bu
farzları kendisinin bulunduğu yeni ortamların gereklerine göre yerine
getirebilir. Kur’ân’daki “Ey insanlar!” şeklindeki hitapta “İnsanlar ile
kastedilen, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafındaki, onun ağzından Kur’ân’ı
ilk defa işiten ilk cemaatti.”[4]
Onlardan biri şöyle
diyor: “Yine kendi zamanında bağlayıcı olan bazı fıkhi kanunlara yeniden bakmamız
yerinde olur. Evrensel siyasi fikrin gelişmelerinden sonra bunları öylece
uygulamayı düşünmek imkânsızdır. Bunların başında da “Zimmet ehli fıkhı”
gelmektedir… Önceki zamanlarla alakalı olan bu gibi fıkıhları uygulayamayız.”
“Şimdiki çağdaş
konumumuzdan tamamen farklı olup, kendi toplumsal konumunda bağlayıcı olan
iktisadî fıkıh kanunlarını da yeniden gözden geçirmeyi” talep ediyor. “Bunların
başında da çağdaş ekonomiyi temsil eden banka uygulamaları gelmektedir. Mesela
o zamanlar zayıfların ve muhtaçların ihtiyaçlarının, günlük kazançlarından alınan
vergilerle pahalanmasından ve böylece borçlarının birikerek ipotek ettikleri
evlerini ve tarlalarını korumak amacıyla haram kılınan; sermaye malları üzerinden
işletilen faiz böyledir.”[5]
Had cezalarıyla
ilgili hükümler ancak o zamandaki toplumun şartları için geçerli idi. Zira
toplum başlangıç halindeydi ve güvenliği sağlayacak bir devlet yoktu. İnsanlar
intikam için birbirlerine saldırıyorlardı. Had cezalarının uygulanması “kötülükleri
azaltıyor ve zarardan koruyordu. Çünkü onlarda bulunan vahşiliğe karşılık
olarak o dönemdeki toplumun korunması için daha kötü, daha caydırıcı ve daha
kaba uygulamalar gerekiyordu.”[6]
Bu da şu demektir:
toplum şartları değişir, güvenliği sağlayan bir devlet bulunur ve hapishaneler
bolca mevcut olursa Kur’ân’ın içerdiği had cezası hükümlerinden dolayı
muhataplar için bu Kur’ân nassı bağlayıcı değildir.[7]
Onların iddialarına
göre örtünme emri bu asra, kadının konumuna, özgürlüğüne, okullar, üniversiteler,
iş alanları, idari görevler ve ticaret gibi toplum hayatının parçalarında kadınların
da katılmasına uygun değildir.[8]
Hatta bu asırda
ibadetler bile değişime uygundur! Kur’ân’ın nazil olduğu zamandaki müslümanların
ibadet şekli bağlayıcı değildir. Çünkü onlardan sonra gelenler için hayat şartları
değişmiştir. Hatta onların bu ibadetleri yeni şartlarına uygun şekillerde
yerine getirmeleri de mümkündür.
Mesela Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem “namazını belirli bir şekilde kılardı. Ancak bu müslümanların
da her yerde, her zaman ve her şartta aynı şekilde kılmak zorunda oldukları
anlamına gelmez…”[9]
Bu girişe göre bu
yorum şer’î nasların sabit bir anlamının olmamasıyla son bulacaktır. Bir
zamanda bulunanlardan talep edilen anlayış, başkalarına göre talep edilen bir
anlayış olmayacaktır. Onlara göre talep edilmeyen bir anlayış da, başkalarına göre
talep edilen bir anlayış olacaktır. Sonuçta zamanlar arasında kültürler
bozulacaktır.[10]
Bu sapıklığın
sebebi, Kur’ân ve sünnet naslarını, diğer beşeri metinler gibi değerlendiren
bakış açısıyla anlamaları ve Kur’ân ve sünnet naslarını da o metinler hakkında
yaptıkları yorumlar gibi yorumlayarak tarihin ve onun değişmesinin gereklerine
nasları boyun eğdirmeleridir.
Bu yüzden Nasr
Hamid Ebu Zeyd şöyle diyor: “Şüphesiz Kur’ân nassı mukaddes bir nas olsa da,
nas olmanın dışına çıkmaz. Bu yüzden diğer edebî metinlerde olduğu gibi edebî
tenkidin kaidelerine boyun eğmesi gerekir.”[11]
Arkun şöyle der: “Şüphesiz
Kur’ân, Tevrat, İncil, Budizm ve Hinduizm metinleri gibi aynı seviyede
sorunlar, bol kaynaklı anlamlar içeren naslardan başka bir şey değildir. Bu büyük
nasları temel alan her nas, belirli tarihi kapsamına göre değer kazanır.
Nitekim gelecekte başka bir kapsamda da olabilir.”[12]
Burada karıştırma
vardır. Allah’ın kitabı, tahrif edilmiş veya beşer tarafından yazılmış o
kitaplarla nasıl eşit görülebilir? Olmuş ve olacak şeyleri bildiren, âlemlerin
rabbinin kelamı, çok az bir bilgiye sahip olan insan sözüyle nasıl kıyaslanabilir?
Şüphesiz Allah’ın kelamının belli bir zaman ile sınırlanıp kayıtlanması mümkün
değildir. Çünkü Allah onu insanlar için her zaman ve mekânda anayasa olması için
indirmiştir. O kulları için bütün zamanlarda ve durumlarda uygun olanı bilir. O’na
hiçbir şey gizli kalmaz ve O işitendir, görendir.
Onlara şöyle deriz:
“Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” (Bakara 140)[13]
[1] Hasen et-Turabî,
Tecdîdu Usuli’l-Fıkhi’l-İslâmî (21)
[2] İkbal Bereke,
Hivaru Havle Kadaya İslâmiyye (102)
[3] Abdulmecid eş-Şerafi,
el-İslâm Beyne’r-Risalet ve’t-Tarih (61)
[4] Arkun, el-Fikru’l-İslâmî
(30)
[5] Tecdidu’l-Hitabi’d-Dinî
başlıklı makale; Ceridetu’r-Riyaz, 24.9.1427 hicri.
[6] Muhammed eş-Şerafi,
el-İslâm ve’l-Hurriyeti’l-İltibasi’t-Tarihi (89)
[7] Nitekim birçok
devletler hırsızlık cezasını iptal etmişler, onun yerine hapis gibi beşeri
cezalar tayin etmişlerdir. Peki, sonuç ne oldu? Hapishaneler yüz binlerce hırsızla
doldu. Zira koydukları ceza kanunları caydırıcı değildir. Daha da kötüleşen bu
belaya da asla engel olmayacaktır.
[8] Bugün şahit olunan
gerçekler, örtünen kadınların da, kendilerinin değer ve yaratılışlarına uygun
olan bütün ilim ve iş alanlarında görev almalarının uygun olduğunu ispatlamıştır.
[9] Abdulmecid eş-Şerafi,
el-İslâm Beyne’r-Risalet ve’t-Tarih (62-63)
[10] Nasr Hamid Ebu
Zeyd, en-Nas, es-Sulta el-Hakikat (139)
[11] Nasr Ebu Zeyd,
Mefhumu’n-Nas Dirase Fi Ulumi’l-Kur’ân (24) Hatta Kur’ân’ın beşerî olduğunu,
Allah’ın kelamı olmadığını açıkça söyler. Bkz.: Nakdu’l-Hitabi’d-Dini (139)
[12] Muhammed Arkun,
el-Fikru’l-Usuli (36)
[13] EL-BURHAN
Sünnete Kefil Olan Kur’an (316-319)