Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabıdır, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi muhdes olanlardır. Dine sonradan sokulan her şey bid’attır, her bid’at dalalettir ve her dalalet ateştedir.”

Öne çıkan

Bid’atçiler Tevhid Ehli Olabilir mi?

Bid’atçiler Tevhid Ehli Olabilir mi?

29 Aralık 2024 Pazar

Eş’arî ve Maturidî’ler Haktan Sapmıştır


Eş’arî ve Mâturidî fırkaları, kelâmcılara dahildir. Asrımızda birçok cahil kimseler bu fırkaları Ehl-i Sünnet’e nispet ederek büyük bir iftirada bulundukları için özel başlıkta ele almak gerekti.

Şeyh Ahmed b. Muhammed ed-Dihlevi rahimehullah Tarihu Ehli’l-Hadis’te şöyle anlatmıştır:

“Şüphe olmayan hususlardandır ki, diğer İslâm ülkelerinin halkları – sahabe, tabiîn, tebâu’t-tabiîn ve dört imâm rahimehumullah – bu mezhepler ortaya çıkana kadar revaçtaki bu mezhepleri bilmiyorlardı. Zaman içinde hevâ ile bu mezhepler galip geldi. Kâdîlar kuvvet sahibi idiler ve zorlama yaptılar. Bu galebe, imkân, tasarruf ve zorbalıklar, devletin insanları bu mezheplere ve Eş’arî akidesine sarılmaya zorlamasıyla tamamlanmıştır. Bu mezhepler, farz kılınmış ve bunların dışında kalan Kitap ve sünnet ise haram kılınmıştır.

Onlara karşı çıkanlar, Allah’ın kitabı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle amel edenler, bu ikisini bağımsız olarak te’vil ve tahrif etmeden anlayanlar, önceki ilk selefe tâbî olup kâmil sıfatları teşbih ve ta’tile gitmeden, geldiği gibi kabul edenler kâdîlık görevine getirilmediler, şâhitlikleri kabul edilmedi, hatip olarak konuşturulmadılar, imâm yapılmadılar, onlara ders verdirilmedi. Zira onlar usulde ve fürû’da bu mezheplerden birini taklit etmediler.

Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin - tevbe etmeden önceki eski - akîdesini benimsemediler. Âlimler ve halktan olan insanlara bunun için zorlama yapıldı. İnsanlar, devlet ve idareciler katında revaçta bulunan bu mezheplere rağbet ederek dünyalığa, izzete ve şöhrete hırs gösterdiler.

Hatta Allah Azze ve Celle’nin kitabına ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine bakılmaz oldu. İslâm şehirlerinde bu mezheplere ve el-Eş’arî’nin eski akîdesine tâbî olmayan kimse kalmadı. Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî olan herkes usûlde el-Eş’arî’nin eski akîdesine tâbî oluyordu. Nitekim bu husus es-Subkî’nin Tabakât ve Muîdu’n-Niam adlı eserlerinde anlatılmıştır. Durum bu şekilde devam etmiş, Eş’arî ya da Mâturîdî[1] akîdesinde olmayan bir Şâfii, Mâlikî ya da Hanefî görülmez olmuştur. Sadece Hanbelî’ler önceki selefin mezhebi üzerinde devam etmişlerdir.

Hanbelîler ile Ebu’l-Hasen el-Eşarî arasında bir münâzara olmuş ve el-Eş’arî rahimehullah tevbe ederek itizal (Mutezile) akîdesinden uzaklaşmış, hakka dönüş yapmıştır. Cuma günü Basra Camii’nde kürsüye çıkarak yüksek sesle şöyle seslenmiştir: “Beni tanıyan tanır. Beni tanımayana kendimi tanıtıyorum: Ben falan oğlu filanım. Daha önce Kur’ân’ın mahlûk olduğunu, Allah’ın gözle görülemeyeceğini, kötülüklerin failinin insanın kendisi olduğunu söylerdim. Ben kesin olarak bunlardan tevbe ettim. Mutezile’yi reddeden, onların kusurlarını açıklayan itikâda sahibim.”

Sonra elli beş kitap tasnif etti. El-İbâne adlı eseri bunlardan birisidir. El-Makrîzî’nin el-Hutut kitabından yapılan özet bitti.[2]

Eski Eş’arî mezhebinin hakikatine gelince, o Mutezile’nin metodu olan nefiy/inkâr ve Tecsim ehlinin metodu olan ispat[3] arasında idi. Onun bu konudaki görüşüne bakan kendi mezhebine delil getirirdi. Bir topluluk buna meyletmiş ve kendi görüşüne göre yorumlamıştır.

Bunlardan bazıları Kâdî Ebû Bekr Muhammed b. Et-Tayyib el-Bakıllânî el-Mâlikî, Ebû Bekr Muhammed b. El-Hasen b. Fûrek, Ebû İshâk İbrâhim b. Muhammed b. Mihrân el-İsferâyînî, el-Gazâlî[4], Ebu’l-Feth Muhammed eş-Şehristânî, Fahruddin er-Râzî ve başkalarıdır. Bunlar mezhebine destek olmuşlar, bunun için tartışmışlar, mücadele etmişler ve el-Eş’ari mezhebi Irak’ta, 380 yılı civarında yayılmıştır.

Buradan Şâm’a yayılmıştır. en-Nâsır Salahuddin Yûsuf b. Eyyûb Mısır diyarına kral olunca kâdî Sadruddin Abdulmelik b. İsâ b. Dirbâs el-Mâderânî, Eş’arî mezhebinde idi. Sultân Melik Nureddin b. Mahmûd b. Ez-Zengî’nin hizmetinde idi. Kutbuddin Ebu’l-Meâlî Mes’ûd b. Muhammed Mes’ûd en-Nîsâbûrî onun için “Akîdetu Mezhebi’l-Eş’arî” kitabını yazdı. Çocuklarına küçük yaşlarda bunu ezberletmeye başladı. Böylece bunu üstün tuttular, Eş’arî mezhebine bağlandılar. Devletlerinin hüküm sürdüğü günlerde bütün insanları bu mezhebe bağlanmaya zorladılar. Krallık devam ettiği sürece durum böyle sürdü. İslâm şehirlerinde Eş’arî mezhebi yayıldı. Diğer mezhepler unutuldu ve bilinmez hale geldi. Hatta bugün İmâm Ahmed’e tâbî olan Hanbelî’ler dışında Hanefîlere, Mâlikîlere ve Şâfîilere muhâlif bir mezheb kalmadı. Zira Hanbelîler selefin yolunda idiler. Sıfatlar hakkında, seleften rivayetle gelmiş te’vil dışında bir te’vili uygun görmediler.

Yedinci yüzyıldan sonra Dımaşk’ta ve etrafında Şeyh Takiyuddîn Ahmed b. Abdulhalim ibn Teymiyye el-Harrânî rahimehullah meşhur oldu. Önceki selefin mezhebine destek olmak için meydan okudu. Eş’arî mezhebine kuvvetli reddiyeler verdi ve şiddetle karşı çıktı.” El-Makrîzî’nin[5] Mısır’daki el-Kadim matbaasında basılan el-Hutut kitabında[6] söyledikleri bunlardır.

Burada Eş’arî ve Mâturîdî akidesinin Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik ve İmâm Şâfii rahimehumallah’ın akîdeleriyle aynı olmadığına açık bir delâlet vardır. Zira bu akîde dört imâmın vefatlarından sonra Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’nin dilinden ortaya çıkmıştır. Kim bunun aksini iddia ederse delil getirmesi gerekir.”[7]

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle der: “Burada şunun da bilinmesi gerekir ki, usûlu’d-dîn ve kelâmda şahıslara bağlı zümreler, farklı derecelerdedirler. Bunlar arasında birçok usûl konusunda sünnete muhalefet etmiş olanlar vardır, sadece ince bir takım meselelerde sünnete muhalefet edenler vardır. Bir de sünneti kendisinden daha fazla terk etmiş olanları reddetmiş olanlar vardır ki; bunlar, reddettikleri bâtıl ve söyledikleri hak hususlarda övülürler. Fakat bunlar, diğer taraftan birtakım hak unsurları red ve inkâr, bâtıl hususları da kabul ve ifâde etmek suretiyle bu redlerinde adâlet ve itidâl ölçülerini aşmış; büyük bir bid'ati, ondan biraz daha hafif bir bid'atle, bir bâtılı, ondan biraz daha hafif bir bâtılla reddetmişlerdir. İşte bu durum, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'e mensup kelâmcıların birçoğunda görülmektedir.

Böyleleri, ortaya koydukları bid'ati, müslümanların cemaatini parçalayan ve ona göre dost edinip, ona göre düşman bildikleri bir görüş haline getirmedikleri takdirde bu, bir hata kâbilindendir ve Allah Subhânehu ve Teâlâ, böyle durumlarda mü'minlerin hatalarını bağışlar.

Bu ümmetin selefi ve imamlarından birçoğu böyle durumlara düşmüştür. Onların, bir içtihad neticesinde ileri sürdükleri birtakım görüşleri vardır ve bunlar, Kitap ve Sünnet'te sâbit olan esaslara muhaliftir. Ama kendilerine uyanları dost bilen, muhalif kalanlara düşmanlık besleyenlerle, müslüman cemâatin arasına ayrılık sokan, içtihâd ve görüşe dayalı mes'elelerde kendisiyle uyuşanları değil de, muhalif kalanları kâfirlik ve fâsıklıkla itham eden, yine kendilerine uyanlarla değil de muhalifleriyle savaşmayı dahi helâl sayanların durumu farklıdır. İşte bunlar, tefrika/ayrılık ve ihtilâf ehli kimselerdir.”[8]

Son zamanlarda Eş’ârî ve Maturidî fırkaları kendilerinden daha fazla sapmış olan taifelerin akidelerini benimsemeye, ümmetin selefinin akidesini sapıklıkla itham etmeye başlamışlardır.

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Söz İmam Eş’arî’nin söylediklerine gelince içlerinde önde gelen bir şeyhleri:

“Hiç şüphesiz İmam Ahmed hem kadri büyük bir imam hem de İslam imamlarının en büyüklerindendir! Ancak O’na birçok bid’at çıkarmış kimseler mensûbiyet iddia etmişlerdir” dedi. Dedim ki:

“Evet doğru, ama bu yalnız İmam Ahmed’e hâs bir özellik değildir. Hemen hemen hiçbir imam yoktur ki, kendisinden uzak olan topluluklar kendisine intisab etmiş olmasın. İmam Mâlik’in kendilerinden uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Şâfiî’nin uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Ebû Hanîfe’nin uzak olduğu bazı insanlar kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Mûsâ aleyhis’s-selâm’ın uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İsâ aleyhi’s-selâm’ın uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Ali b. Ebî Tâlib radıyallahu anh’ın uzak olduğu bazı insanlar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. Yine Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in uzak olduğu Karâmita, Bâtıniyye ve başka fırkalardan nice mülhidler, nice münafıklar kendilerini O’na nispet etmişlerdir.”

O önde gelen şeyh sözleri esnasında ‘Haşeviyye ve Müşebbihe’den bazı insanlar, kendilerini İmam Ahmed’e nispet etmişlerdir’ veya benzeri bir şey söyledi. Dedim ki: Müşebbihe ve Mücessime’den olanlar, İmam Ahmed’in ashâbı dışında diğer mezhep ashâbı arasında İmam Ahmed’in ashâbında olduğundan daha çoktur. Nitekim şu Kürt boylarının hepsi Şâfiî’dir. Onlarda olan teşbîh ve tecsîm fikri başka hiçbir insan sınıfında yoktur. Ceylân halkı içinde Şâfiîler de vardır, Hanbelîler de. Sonra dedim ki: Halis Hanbelîler’e gelince onlar arasında, kendilerinden başka mezheplerde olan bu tür fikirlerden hiçbiri yoktur. (Daha sonra) Mücessimî Kerrâmîler’in hepsi Hanefî’dir diyerek cevabı tamamladım.”[9]

İbn Ebi’l-’İzz el-Hanefî ise bu konuyla ilgili olarak, Ebû Hanîfe’nin, “Allah’ın semada olduğunu inkâr eden kâfir olmuştur” sözünü aktardıktan sonra şöyle demiştir:

“Kendilerini Ebû Hanîfe’nin mezhebine nispet edenlerden bunu inkâr edenlere aldırılmaz. İnandıkları şeylerin çoğunda Ebû Hanîfe’ye muhâlif olan Mu’tezile ve başka gruplar, kendilerini O’na nispet etmişlerdir. İnandıkları şeylerin bir kısmında Mâlik, Şâfiî ve Ahmed’e muhalefet edenler de, kendilerini bazen bu imamlara nispet edebilmişlerdir.”[10]

İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Cehmiyye ve Mu’tezile, -yalan ve iftira olarak- bu güne kadar sıfatlardan bir şeyi ispat edene Müşebbihe adını verirler. Hatta onlardan öyle aşırı gidenler olmuştur ki, bunlar peygamberleri bile Müşebbihe olmakla itham ederler. Öyle ki Cehmiyye’nin ileri gelenlerinden Sümâme b. el-Eşres şöyle demektedir:

“Peygamberlerden üçü Müşebbihe’dendir: Mûsâ (aleyhi's-selâm) böyledir. Çünkü O:

Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir.” (A’râf, 155) demiştir. İsâ (aleyhi's-selâm) da böyledir. Çünkü O:

Sen benim nefsimde olanı bilirsin, hâlbuki ben senin nefsinde olanı bilmem” (Mâide, 116) demiştir. Yine Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem de böyledir. Çünkü O:

Rabbimiz nüzul eder” demiştir. Hatta Mutezile’nin pek çoğu, İmâm Mâlik, Sevrî, Evzâ’î, Şâfiî, Ahmed ve bunlara tâbi olanlarla, İshâk b. Râhûye, Ebû ‘Ubeyd ve başkaları gibi imamların çoğunu müşebbihe sınıfına sokarlar.”[11]

Bid’at ehli zındıkların en büyük alâmeti, Ehl-i Sünnet’e; “Haşeviyye”, “Müşebbihe” ve “Mücessime” gibi lakaplar takarak iftira etmeleridir.

İmam Tirmizî şöyle demiştir: “Sıfatlar hakkında gelen rivâyetler kesinlikle sâbittir. Bunlara olduğu gibi inanılır ve haklarında hiçbir vehme düşülmez. Bunların nasıl olduğu konusunda da hiçbir şey söylenilemez. Bunun gibi Mâlik, Süfyân b. ‘Uyeyne ve Abdullah b. Mübârek’in bu hadisler hakkında:

“Onları keyfiyet belirlemeden (olduğu gibi) alıp kabul ediniz” dedikleri, rivâyet edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in ilim ehlinin görüşü de böyledir. Cehmiyye ise bu rivâyetleri inkâr ederek “Bunlar birer teşbih/benzetmedir” demişlerdir.”[12]

Abdurrahmân b. Ebî Hâtim ise babası Ebû Hâtim er-Râzî’nin şöyle dediğini nakleder: “Ehl-i Eser’e söven bid’at ehlinin alâmetiyle zındıkların alâmeti, Ehl-i Sünnet’e Haşeviyye ismini takmalarıdır ki, onlar bununla eserleri (hadisleri) ortadan kaldırmak istemektedirler. Cehmiyye’nin alâmeti ise Ehl-i Sünnet’e Müşebbihe adını takmalarıdır.”[13]

İshâk b. Râhûye şöyle demiştir: “Cehm’in ve ashâbı Cehmiyye’nin alâmeti, alışageldikleri şekilde ve yalan yere Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in, müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Oysa bilakis onlar (Cehm ve Cehmiyye), Muattıla’nın (Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin) kendileridir.”[14]

Molla Aliyyu’l-Kârî ise kendisi gibi Hanefî olan Sadreddîn Konevî’nin şöyle dediğini nakletmiştir:

“Bu nedenle selef âlimlerinin çoğu şöyle söylemişlerdir: Cehmiyye’nin alâmeti, Ehl-i Sünnet’e müşebbih (benzeticiler) adını takmalarıdır.”[15]

İbn ‘Useymîn şöyle demiştir: “Eş’arîler, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e muvâfık oldukları meselelerde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’tendirler. Ancak onlar sıfatlar konusunda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e muhaliftirler. Çünkü onlar sadece yedisi dışında Allah’ın sıfatlarından başka hiçbir sıfatı ispat etmezler. Öte yandan bunları da Ehl-i Sünnet’in ispat ettiği şekilde ispat da etmezler. Her yönüyle onlar Ehl-i Sünnet’tendir dememiz icab etmediği gibi onların Ehl-i Sünnet’e mensup oluşlarını tamamen reddetmemiz de icab etmez. Biz deriz ki, onlar Ehl-i Sünnet’e muvâfık oldukları meselelerde Ehl-i Sünnet’tendirler. Ehl-i Sünnet’e muhalefet ettikleri meselelerde ise Ehl-i Sünnet’e muhaliftirler. İşte böylece tafsîle gitmek kendisi ile hakkın ve adaletin gerçekleşeceği yoldur. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Söz söylediğiniz zaman adaletli olun.” (En’âm, 152). Sonuç olarak onların mutlak sûrette Ehl-i Sünnet dışına çıkartılmaları adaletten olmayacağı gibi tamamen Ehl-i Sünnet’e dâhil edilmeleri de adaletten olmaz. Vâcib (gerekli) olan her hak sahibine hakkının verilmesidir.”[16]

Şeyh İbn Useymin, Vasitiyye şerhinde de şöyle demiştir: “Şeyhulislam İbnu Teymiye’nin bu tarifi, Eşariler, Maturidiler ve benzerlerinin Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olmamalarını gerektirir. Zira onlar şaibelere tutunmuş ve dine bidatler sokmuşlardır. Doğru olan da budur. Çünkü Eşariler ve Maturidiler, Allah’ın isimleri ve sıfatları konusunda tuttukları yol bakımından Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten sayılmazlar. Bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaate muhalefet ettikleri halde nasıl Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten sayılsınlar?! Çünkü denilir ki: “Ya bu Eşarilerle Maturidiler’in gittiği yol doğrudur, ya da selefin gittiği yol doğrudur.”

Bilinmektedir ki doğru olan Selef’in gittiği yoldur. Çünkü burada selef, sahabeler, tabiin ve onlardan sonraki hidayet imamlarıdır. Doğru olan, selef’in gittiği yol olduğuna göre onlara muhalefet eden bu kimseler (Eşari ve Maturidiler) bu konuda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olamazlar.”[17][18]



[1] Bkz.: Şeyh Şemsuddin el-Efgânî’nin üç cilt halinde “Nakzu’l-Mâturîdiyye” adında kitabı.

[2] El-Makrîzî el-Hutut (3/359)

[3] Yaratıcı ile yaratılan arasına benzetmeye sebep olan ispat kastedilmiştir. Allah Teâla’nın şu ayetine dayanan ispat kastedilmemiştir: “O’nun benzeri gibisi yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura 11)

[4] Gazâîi’nin vefat anında tevbe etmiş ve Sahihu’l-Buhârî’yi göğsüne koyarak güzel son ümit ettiğini zikretmiştir. Allah onu bağışlasın.

[5] Tecrîdu’t-Tevhîdi’l-Mufîd (s.13-16) kitabına Ali el-Halebi’nin yazdığı mukaddimeye bakınız.

[6] el-Hutut (3/358)

[7] Tarihu Ehli’l-Hadis (s.78-80)

[8] Mecmûu’l-Fetâvâ (3/348).

[9] Mecmûu’l-Fetâvâ (3/184-185)

[10] Şerhu Akideti’t-Tahaviyye (s.288)

[11] Mecmûu’l-Fetâvâ (5/110)

[12] Sunenu’t-Tirmizi (3/50)

[13] El-Lalekâî İtikad (321, 939)

[14] İbn Ebi’l-İzz Şerhu Akideti’t-Tahaviye (s.118)

[15] Aliyyu’l-Kârî, Şerhu Fıkhi’l-Ekber (s.15)

[16] Likau’l-Bâbi’l-Meftuh (6/21-22, no:294)

[17] Şerhu Akideti’l-Vasitiyye (2/372)

[18] Bizden Olmayanlar (798-804) Te’lif: Ebû Muâz Seyfullah el-Çubukâbâdî